26 Haziran 2016 Pazar

SİDDHARTHA- Hermann Hesse

Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse’nin yazmış olduğu bir kitap Siddhartha. Kitabın ilginç ismi baş karakterimizin adından geliyor. Siddhartha bir kendinle konuşma, aydınlanma ve ruhsal yolculuk kitabı. Karakterimiz kendini dünyanın tüm nimetlerinden çekmiş sadece ruhsallığa önem veren bir Brahman. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu Brahmanın ruhsal yolculuğuna, değişimine, ilerleyişine, kendini anlamlandırma çabasına tanık oluyoruz. İnsanı okurken her cümlesinde başka düşüncelere iten ve gerçekten bir sorgulama durumuna sokan düşünsel bir hikaye. Bana göre bir yolculuk kitabı Siddhartha. Somut anlamda olmasa da ruhsal olarak hep yolda olan ve durunca kendini tedirgin hisseden birinin hikayesi.  Varacağı yolu bilemeyen ama yoldan da kendini alıkoyamayan birinin düşünceleri. Kitabın bu mistik konusunu tamamlayan bir diğer etken de şiirsel dili. Genellikle bu şekilde içselliği, kendinle konuşmayı, tartışmayı konu alan kitaplar okurken bir süre sonra dikkatimizin dağılmasına ya da sıkılmaya yol açabilir. Ama bu kitabın öyle akıcı ve şiirsel bir dili var ki, okurken kelimeler yuvarlanıp gidiyor gibi hissediyorsunuz. Ve bu durum kendini arayan bu keşişin hikayesine de oldukça yakışıyor.

Dirk Gently- Kutsal Dedektiflik Bürosu

Douglas Adams’ın bu serisine başlamayı düşünüyorsanız büyük ihtimalle Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni okumuşsunuzdur ve bu iki kitaplık küçük seriyi merak etmişsinizdir. Bu kitabımızın  da orijinal bir konusu var. Adından da anlaşılacağı gibi Dirk Gently adındaki tuhaf dedektifimizin yolunun kesiştiği diğer baş karakterlerimizle evren, zaman, zaman yolculuğu, ruhlar hakkında çeşitli durumlar yaşaması . Dediğim gibi konu, karakterler ve fikir bakımından orijinal ve Douglas Adams’ın tarzını tam olarak hissettiren bir kitap. Fakat benim bu kitapta sevmediğim bazı noktalar  var. Bunlardan biri, sanırım tamamen Türkçeye çevrilirken gerçekleşmiş. Okurken sizi dilde zorlayan bir şey var. Konu ne kadar aksa da dili bazı yerlerde yorucu olabiliyor. Diğer bir sevmediğim yönü ise asıl maceraya geçişin çok uzun süre alması ve farklı yerlerdeki karakterlerimizin birbiriyle karşılaşmasının kitabın oldukça ilerleyen sayfalarında gerçekleşmesi. İki kitaplık bir seri olduğu için ve hali hazırda ikinci kitap da bende olduğu için okuyacağım. Fakat eğer elimde olmasaydı alıp okumayı düşünmezdim.
    Ayrıca bu kitabın 2010 yılında BBC tarafından dizileştirilmiş. Sadece bir sezon yayınlanmış. Ocak 2016’da BBC Amerika’nın Twitter’dan yaptığı açıklamaya göre de altı bölümlük bir mini dizi halinde yeniden çekilecekmiş. Hikayesi dizileştirilmeye ve güzel bir şekilde sunulmaya oldukça uygun bir kitap. Bakalım heyecanla bekliyoruz.

 

Kardeşimin Hikayesi- Zülfü Livaneli

Konusundan uzun uzadıya bahsedip heyecanını ve sürprizlerini kaçırmak istemiyorum. Kısacası emekli, inzivaya çekilmiş, kitaplara tutkun bir mühendisin yaşadığı yerde gerçekleşen bir cinayet sonrası basit hayatının değişimine ve bu dönemde karşısına çıkan gazeteci bir kızla olan tuhaf ilişkisine tanık oluyoruz. Cinayet dediğime bakmayın başlangıçta bunun çevresinde döneceğini zannettiğiniz kitabın sonuna doğru katilin kim olduğu en önemsiz detay olarak kalıyor. Böyle de tuhaf bir kitap.
       Beni bu kitapta asıl düşündüren şey karakterler. Normalde bir kitabı okurken baş karakterimiz anti bir kahraman olsa dahi ona kendimizi bir şekilde yakın hissederiz. Bir şekilde başına kötü bir şey gelmesini istemeyiz. Bulunduğu kötü durumlardan kurtulmasını dileriz. Elimizi omzuna koyar ama hak ettin bu sefer ya da tamam her şey geçecek diye teselli bile ederiz. Burada baş karakterimiz Ahmet o kadar ruhsuz ve duygulardan yoksun  ki ister istemez sinir oluyorsunuz ve dahası çekiniyorsunuz. Gerçekten onun romanda diğer insanlarla arasına koyduğu sınırı sizle de koyduğunu hissediyorsunuz. Durun ben okurum bu hikayeden bağımsızım ayrıcalığım var falan demeyin. Buna ne yazar ne de Ahmet izin veriyor. Bütün kitap boyunca etrafında dolaşıyor ama ona dokunamıyorsunuz. Diğer karakterimiz ise adını bilmediğimiz gazeteci kız. Hikaye baş karakterimizin ağzından anlatıldığı için o ne söylerse o kadar biliyoruz. O ne kadar yaklaşırsa o kadar dokunabiliyoruz bu kıza da. Kitabı en gerçekçi kılan özelliklerinden biri bu sanırım. Bir de Mehmet var tabi kitaba adını veren kardeş. Onu da hikayemizde bize Ahmet’in anlattığı kadar biliyoruz ama garip bir şekilde ona daha yakın hissediyoruz kendimizi. Kendine çevresine her şeye uzak olan bu baş karakterimizin kardeşine kendi özünden daha yakın olduğunu görüyoruz, seziyoruz.
    Kitabı bir diğer güzelleştiren unsur ise merak. Bütün romanın sayfalarına hafif hafif katılmış merak duygusu sonlara doğru iyice çığrından çıkıyor. Hatta bir noktada hikayeyi anlatan kahramanımıza kızıyor hadi artık ama derken buluyorsunuz kendinizi.

     Toparlayacak olursak bu kitabı başta dediğim gibi basit bir cinayet romanı zannetmeyin. Oldukça katmanlı, güçlü karakterlere ve kurguya sahip bunların yanı sıra da gerçekten sürükleyici bir kitap. Okunması tavsiye edilir. 

Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları


    Bu tuhaf kitapta  ilk olarak dikkatimi çeken şey kitabın kapağı ve kapak ile paralellik gösteren içindeki fotoğraflar. Her bir fotoğraf kitabın kurgusundan ve karakterlerinden kesitler içeriyor. Yazarın dediğine göre bu fotoğraflar fotoğraf koleksiyonerleri tarafından dünyanın çeşitli yerlerinden; bit pazarları, çöpler, eskiciler, sahaflardan toplanarak elde edilmiş. Tarihi ve yeri böyle belirsiz olan fotoğraflara bakmak insanı biraz garip hissettiriyor( belki de yazarın amacı budur J ). Bazı fotoğrafların oldukça ürkütücü olduğunu da söylemeliyim.
     Kitabın konusuna gelirsek gerçekten orijinal bir hikayesi var. Karakterimiz Jacop 16 yaşında. Dedesiyle hep özel bir bağı olmuş. Bir gün dedesi sıra dışı bir şekilde ölüyor. Jacop bunun üzerine psikolojik bir buhrana sürükleniyor. Bu buhrana biraz iyi gelir düşüncesiyle kuş bilimcisi olan babasıyla birlikte, dedesinin bir dönem yaşadığı İngiltere’de bulunan bir adaya üç haftalık bir tatile gidiyorlar. Babası her gün kuşları gözlemlerken Jacop da dedesinin sürekli bahsettiği ve gençliğinde kaldığı yetimhaneyi arıyor. Fakat üzerinden yıllar geçtiği için sadece bir enkaza ulaşıyor. Aradaki bir dizi olay sonucunda da bir zaman tünelinden geçerek sürekli aynı günü yaşayan içinde tuhaf çocukların yaşadığı ve onlara öğretmenlik ve bakıcılık yapan Bayan Peregrine ile karşılaşıyor. Tuhaf derken gerçekten tuhaf olan çocuklardan bahsediyorum. Ellerinden ateş çıkartanı, geleceği rüyasında göreni veya görünmez olanı. Jacop buradaki insanlarla tanıştıktan sonra artık her gün zaman tünelinden geçerek bu zamana geliyor ve hiç bilmediği gerçekler hakkında yavaş yavaş bilgi edinmeye başlıyor. Ve haliyle bu durumdan sonra kitap daha da ilginçleşmeye başlıyor.
      Kitabın güzel olan noktalarından biri şu kitabın sonuna doğru seri ilerledikçe gerçekten evrenin genişleyeceğini ve yazarın size çok daha büyük maceralar vaat edeceğini anlıyorsunuz. İlk kitap olduğu için sizi her şeyle tanıştırıyor ve evreni görmenizi sağlıyor. Yani eğer okurken yarısına geldik daha hala bir olay yok diyor hafiften de bir sıkılma yaşıyorsanız aman durun biraz daha sabır. Olay çok değişecek.

      Ayrıca bu enteresan kitabın filmi de 30 Eylül 2016’da vizyona giriyor. Yönetmeni ise Tim Burton. Böyle bir hikaye için daha tuhaf bir yönetmen olamazdı sanırım.

YABANİ


İlk yazım bir kitap hakkında değil bir dergi hakkında. ' Yabani'. Türkiye'de yayınlanan korku, gerilim, bilim kurgu, fantastik, türlerinde eserler veren taze bir çizgi roman dergisi. Haziran sayısı da birinci sayısı. Aylık olarak yayınlanacak bir dergi ve fiyatı da 5 tl. Türkiye'de çizgi roman kültürüne böyle yeni bir soluk getirmiş olmaları ve hikayelerinde anadolu korku hikayelerini de işleyerek yerel bir dil oluşturmaya çalışmaları oldukça güzel olmuş. İçerisinde bir bölümde biten hikayeler olduğu gibi devamı gelecek olan çizgi diziler de var. Ayrıca çizgi roman dergisi desem de içerisinde iki adet hikaye de yer alıyor. Bunlardan birisi Işın Beril Tetik tarafından yazılmış olan distopik türdeki 'Bebek Fabrikası' diğeri ise Murat Dural tarafından yazılmış ve daha çok fantastik bir hikaye olan 'Tengri ve İnanna'.
   Çizgi romanlardan Devrim Kunter tarafından yazılıp çizilen 'Kralına İsyan' adlı dizi ise benim favorim oldu ilk sayı için. Hem zamansız bir dünyada geçmesi hem de hikayedeki atmosferin bizim coğrafyamıza ve tarihimize daha yakın olması bu yakınlığın eğretilikten ziyade bir orijinallik katmış olması çok hoşuma gitti. Ayrıca çizimleri de çok beğendim.
   Sadece bu bölüm için olan çizgi hikayelerden ise favorim Galip Dursun'un yazdığı Ayşe İrem Aktaş'ın çizerliğini yaptığı 'Misafirler' oldu. Okurken kendimi oldukça rahatsız ve korkmuş hissettim. Çizimlerin ve kullanılan renklerin bununla oldukça ilgisi var sanırım. Ayrıca hikayenin köyde yaşayan bir çobanın başından geçiyor olması olayı daha yakın ve gerçek hissettirdi.
    Son olarak eğer bu tarzda öykülere ve çizgi romanlara meraklıysanız yazın hayatına yeni başlayan bu dergiyi kesinlikle tavsiye ediyorum. Yeni sayılar çıktıkça söyleyecek daha çok şey bulacağımızı düşünüyorum. Okuyalım destek olalım ki böyle dergiler çoğalsın çoğalsın...