Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse’nin
yazmış olduğu bir kitap Siddhartha. Kitabın ilginç ismi baş karakterimizin
adından geliyor. Siddhartha bir kendinle konuşma, aydınlanma ve ruhsal yolculuk
kitabı. Karakterimiz kendini dünyanın tüm nimetlerinden çekmiş sadece
ruhsallığa önem veren bir Brahman. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu Brahmanın
ruhsal yolculuğuna, değişimine, ilerleyişine, kendini anlamlandırma çabasına
tanık oluyoruz. İnsanı okurken her cümlesinde başka düşüncelere iten ve
gerçekten bir sorgulama durumuna sokan düşünsel bir hikaye. Bana göre bir
yolculuk kitabı Siddhartha. Somut anlamda olmasa da ruhsal olarak hep yolda
olan ve durunca kendini tedirgin hisseden birinin hikayesi. Varacağı yolu bilemeyen ama yoldan da kendini
alıkoyamayan birinin düşünceleri. Kitabın bu mistik konusunu tamamlayan bir
diğer etken de şiirsel dili. Genellikle bu şekilde içselliği, kendinle
konuşmayı, tartışmayı konu alan kitaplar okurken bir süre sonra dikkatimizin
dağılmasına ya da sıkılmaya yol açabilir. Ama bu kitabın öyle akıcı ve şiirsel
bir dili var ki, okurken kelimeler yuvarlanıp gidiyor gibi hissediyorsunuz. Ve
bu durum kendini arayan bu keşişin hikayesine de oldukça yakışıyor.
26 Haziran 2016 Pazar
Dirk Gently- Kutsal Dedektiflik Bürosu
Douglas
Adams’ın bu serisine başlamayı düşünüyorsanız büyük ihtimalle Otostopçunun
Galaksi Rehberi’ni okumuşsunuzdur ve bu iki kitaplık küçük seriyi merak
etmişsinizdir. Bu kitabımızın da
orijinal bir konusu var. Adından da anlaşılacağı gibi Dirk Gently adındaki
tuhaf dedektifimizin yolunun kesiştiği diğer baş karakterlerimizle evren,
zaman, zaman yolculuğu, ruhlar hakkında çeşitli durumlar yaşaması . Dediğim
gibi konu, karakterler ve fikir bakımından orijinal ve Douglas Adams’ın tarzını
tam olarak hissettiren bir kitap. Fakat benim bu kitapta sevmediğim bazı
noktalar var. Bunlardan biri, sanırım
tamamen Türkçeye çevrilirken gerçekleşmiş. Okurken sizi dilde zorlayan bir şey
var. Konu ne kadar aksa da dili bazı yerlerde yorucu olabiliyor. Diğer bir
sevmediğim yönü ise asıl maceraya geçişin çok uzun süre alması ve farklı
yerlerdeki karakterlerimizin birbiriyle karşılaşmasının kitabın oldukça
ilerleyen sayfalarında gerçekleşmesi. İki kitaplık bir seri olduğu için ve hali
hazırda ikinci kitap da bende olduğu için okuyacağım. Fakat eğer elimde
olmasaydı alıp okumayı düşünmezdim.
Ayrıca bu kitabın 2010 yılında BBC
tarafından dizileştirilmiş. Sadece bir sezon yayınlanmış. Ocak 2016’da BBC Amerika’nın
Twitter’dan yaptığı açıklamaya göre de altı bölümlük bir mini dizi halinde
yeniden çekilecekmiş. Hikayesi dizileştirilmeye ve güzel bir şekilde sunulmaya
oldukça uygun bir kitap. Bakalım heyecanla bekliyoruz.
Kardeşimin Hikayesi- Zülfü Livaneli
Konusundan uzun uzadıya bahsedip
heyecanını ve sürprizlerini kaçırmak istemiyorum. Kısacası emekli, inzivaya
çekilmiş, kitaplara tutkun bir mühendisin yaşadığı yerde gerçekleşen bir
cinayet sonrası basit hayatının değişimine ve bu dönemde karşısına çıkan gazeteci
bir kızla olan tuhaf ilişkisine tanık oluyoruz. Cinayet dediğime bakmayın
başlangıçta bunun çevresinde döneceğini zannettiğiniz kitabın sonuna doğru
katilin kim olduğu en önemsiz detay olarak kalıyor. Böyle de tuhaf bir kitap.
Beni bu kitapta asıl düşündüren şey karakterler. Normalde bir kitabı
okurken baş karakterimiz anti bir kahraman olsa dahi ona kendimizi bir şekilde
yakın hissederiz. Bir şekilde başına kötü bir şey gelmesini istemeyiz.
Bulunduğu kötü durumlardan kurtulmasını dileriz. Elimizi omzuna koyar ama hak
ettin bu sefer ya da tamam her şey geçecek diye teselli bile ederiz. Burada baş
karakterimiz Ahmet o kadar ruhsuz ve duygulardan yoksun ki ister istemez sinir oluyorsunuz ve dahası
çekiniyorsunuz. Gerçekten onun romanda diğer insanlarla arasına koyduğu sınırı
sizle de koyduğunu hissediyorsunuz. Durun ben okurum bu hikayeden bağımsızım
ayrıcalığım var falan demeyin. Buna ne yazar ne de Ahmet izin veriyor. Bütün
kitap boyunca etrafında dolaşıyor ama ona dokunamıyorsunuz. Diğer karakterimiz
ise adını bilmediğimiz gazeteci kız. Hikaye baş karakterimizin ağzından
anlatıldığı için o ne söylerse o kadar biliyoruz. O ne kadar yaklaşırsa o kadar
dokunabiliyoruz bu kıza da. Kitabı en gerçekçi kılan özelliklerinden biri bu
sanırım. Bir de Mehmet var tabi kitaba adını veren kardeş. Onu da hikayemizde
bize Ahmet’in anlattığı kadar biliyoruz ama garip bir şekilde ona daha yakın
hissediyoruz kendimizi. Kendine çevresine her şeye uzak olan bu baş
karakterimizin kardeşine kendi özünden daha yakın olduğunu görüyoruz,
seziyoruz.
Kitabı bir diğer güzelleştiren unsur ise merak. Bütün romanın
sayfalarına hafif hafif katılmış merak duygusu sonlara doğru iyice çığrından
çıkıyor. Hatta bir noktada hikayeyi anlatan kahramanımıza kızıyor hadi artık
ama derken buluyorsunuz kendinizi.
Toparlayacak olursak bu kitabı başta dediğim gibi basit bir cinayet
romanı zannetmeyin. Oldukça katmanlı, güçlü karakterlere ve kurguya sahip
bunların yanı sıra da gerçekten sürükleyici bir kitap. Okunması tavsiye edilir.
Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları
Bu tuhaf kitapta ilk olarak dikkatimi çeken şey kitabın kapağı
ve kapak ile paralellik gösteren içindeki fotoğraflar. Her bir fotoğraf kitabın
kurgusundan ve karakterlerinden kesitler içeriyor. Yazarın dediğine göre bu
fotoğraflar fotoğraf koleksiyonerleri tarafından dünyanın çeşitli yerlerinden;
bit pazarları, çöpler, eskiciler, sahaflardan toplanarak elde edilmiş. Tarihi
ve yeri böyle belirsiz olan fotoğraflara bakmak insanı biraz garip
hissettiriyor( belki de yazarın amacı budur J ). Bazı fotoğrafların oldukça
ürkütücü olduğunu da söylemeliyim.
Kitabın konusuna gelirsek gerçekten
orijinal bir hikayesi var. Karakterimiz Jacop 16 yaşında. Dedesiyle hep özel
bir bağı olmuş. Bir gün dedesi sıra dışı bir şekilde ölüyor. Jacop bunun
üzerine psikolojik bir buhrana sürükleniyor. Bu buhrana biraz iyi gelir
düşüncesiyle kuş bilimcisi olan babasıyla birlikte, dedesinin bir dönem
yaşadığı İngiltere’de bulunan bir adaya üç haftalık bir tatile gidiyorlar.
Babası her gün kuşları gözlemlerken Jacop da dedesinin sürekli bahsettiği ve gençliğinde
kaldığı yetimhaneyi arıyor. Fakat üzerinden yıllar geçtiği için sadece bir
enkaza ulaşıyor. Aradaki bir dizi olay sonucunda da bir zaman tünelinden
geçerek sürekli aynı günü yaşayan içinde tuhaf çocukların yaşadığı ve onlara
öğretmenlik ve bakıcılık yapan Bayan Peregrine ile karşılaşıyor. Tuhaf derken
gerçekten tuhaf olan çocuklardan bahsediyorum. Ellerinden ateş çıkartanı,
geleceği rüyasında göreni veya görünmez olanı. Jacop buradaki insanlarla
tanıştıktan sonra artık her gün zaman tünelinden geçerek bu zamana geliyor ve
hiç bilmediği gerçekler hakkında yavaş yavaş bilgi edinmeye başlıyor. Ve
haliyle bu durumdan sonra kitap daha da ilginçleşmeye başlıyor.
Kitabın güzel olan noktalarından biri şu
kitabın sonuna doğru seri ilerledikçe gerçekten evrenin genişleyeceğini ve
yazarın size çok daha büyük maceralar vaat edeceğini anlıyorsunuz. İlk kitap
olduğu için sizi her şeyle tanıştırıyor ve evreni görmenizi sağlıyor. Yani eğer
okurken yarısına geldik daha hala bir olay yok diyor hafiften de bir sıkılma
yaşıyorsanız aman durun biraz daha sabır. Olay çok değişecek.
Ayrıca bu enteresan kitabın filmi de 30
Eylül 2016’da vizyona giriyor. Yönetmeni ise Tim Burton. Böyle bir hikaye için
daha tuhaf bir yönetmen olamazdı sanırım.
YABANİ
İlk yazım bir kitap hakkında değil bir dergi hakkında. ' Yabani'.
Türkiye'de yayınlanan korku, gerilim, bilim kurgu, fantastik, türlerinde
eserler veren taze bir çizgi roman dergisi. Haziran sayısı da birinci sayısı.
Aylık olarak yayınlanacak bir dergi ve fiyatı da 5 tl. Türkiye'de çizgi roman
kültürüne böyle yeni bir soluk getirmiş olmaları ve hikayelerinde anadolu korku
hikayelerini de işleyerek yerel bir dil oluşturmaya çalışmaları oldukça güzel
olmuş. İçerisinde bir bölümde biten hikayeler olduğu gibi devamı gelecek olan
çizgi diziler de var. Ayrıca çizgi roman dergisi desem de içerisinde iki adet
hikaye de yer alıyor. Bunlardan birisi Işın Beril Tetik tarafından yazılmış
olan distopik türdeki 'Bebek Fabrikası' diğeri ise Murat Dural tarafından yazılmış
ve daha çok fantastik bir hikaye olan 'Tengri ve İnanna'.
Çizgi romanlardan Devrim Kunter tarafından yazılıp
çizilen 'Kralına İsyan' adlı dizi ise benim favorim oldu ilk sayı için. Hem
zamansız bir dünyada geçmesi hem de hikayedeki atmosferin bizim coğrafyamıza ve
tarihimize daha yakın olması bu yakınlığın eğretilikten ziyade bir orijinallik
katmış olması çok hoşuma gitti. Ayrıca çizimleri de çok beğendim.
Sadece bu bölüm için olan çizgi hikayelerden ise
favorim Galip Dursun'un yazdığı Ayşe İrem Aktaş'ın çizerliğini yaptığı
'Misafirler' oldu. Okurken kendimi oldukça rahatsız ve korkmuş hissettim.
Çizimlerin ve kullanılan renklerin bununla oldukça ilgisi var sanırım. Ayrıca
hikayenin köyde yaşayan bir çobanın başından geçiyor olması olayı daha yakın ve
gerçek hissettirdi.
Son olarak eğer bu tarzda öykülere ve çizgi
romanlara meraklıysanız yazın hayatına yeni başlayan bu dergiyi kesinlikle
tavsiye ediyorum. Yeni sayılar çıktıkça söyleyecek daha çok şey bulacağımızı
düşünüyorum. Okuyalım destek olalım ki böyle dergiler çoğalsın çoğalsın...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)