28 Temmuz 2016 Perşembe

GÖLGESİZLER- HASAN ALİ TOPTAŞ

Hasan Ali Toptaş’ın 1994 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış kitabı Gölgesizler. Beni yazarla tanıştıran kitap kendisi. Yazarın tarzını, dilini, üslubunu tam olarak algıladığınız bir kitap. Gelelim benim düşüncelerime:
    İlk olarak söylemem gereken bir şey var. Ben bu kitabı okumaya başladıktan birkaç sayfa sonra bir durum fark ettim. O da şuydu: Ben bu kitabı okuyup bitirdikten birkaç yıl sonra elime tekrar alıp bir kez daha bakmalıyım. Kitabı tam olarak anlayacak, içerdiği varoluşsal felsefeyi tam olarak hissedecek entelektüel ve duygusal olgunlukta olmadığımı fark ettim yani.
    Kitabın her cümlesi sizi düşünmeye iten, oldukça fazla anlam yükleyip hakkında saatlerce konuşabileceğiniz bir şekilde yazılmış. Bir yetenek var yani ortada belli bir şekilde. Konu olarak basit bir şekilde değinecek olursak bir köyde ve bu köyden uzakta olan bir berber dükkanında meydana gelen olayların anlatılması. Köyden kaybolan karakterlerin bu berber dükkanına yollarının düşmesi ve bu olaylar esnasında meydana gelen gerçeküstü olayların normalleştirilerek anlatılması. Ben kitabı okurken kafamın hep bir kenarından Marquez kitapları  geçti. Yazar azıcık ucundan büyülü gerçekçilik akımından etkilenmiş gibi hissettim. Bu benim oldukça hoşuma gitti. Eğer bu tarzı seviyorsanız okurken muhakkak siz de seveceksinizdir. Kitabı bitirdikten sonra ufak bir araştırma yaptım ve yazarın bu kitabı hakkında yazılmış bir makale buldum. Orada bu kitabın büyülü gerçekçilik akımından etkilenmiş gibi görünmesine rağmen aslında sadece postmodern bir eser olduğu söyleniyordu. Çünkü büyülü gerçekçilik akımı ile yazılan eserlerde daha farklı belli kuralların olması gerekiyormuş.
     Kitabı okuduktan sonra aklımda belirli bir şekilde sıraya koyamadığım pek çok düşünce yer aldı. Ufak makaleler ve eleştiri yazıları okuyunca o uçuşan düşünceler yerine oturdu. Sonuç olarak ben kitaptan zevk aldım ama eminim varoluş felsefesine hakim olsaydım çok daha bilinçli bir şekilde yorumlayabilirdim. Yazarla tanışma kitabım demiştim zaten. Bundan sonrası da gelecektir.

    Ayrıca bu kitabın 2008 yılında yönetmen Ümit Ünal tarafından çekilmiş bir de filmi bulunuyor.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

KIRMIZI SAÇLI KADIN- ORHAN PAMUK

   Cem annesi ve babasıyla gayet normal bir hayat yaşarken bir gün babası evi terk eder. Ve parasal açıdan zor bir duruma düşen Cem, hem annesine yük olmamak hem de üniversite sınavı için dershaneye gitmek için para kazanmak amaçlı yaz tatilinde bir süre bir kuyucu ustasıyla İstanbul’un yakınlarında bir yerleşkede çalışmaya başlar. Buradan sonra gerçekleşen olaylar karakterimizin tüm yaşamının etkilenmesine neden olacaktır. Ve yazını bundan sonraki kısmı kitap içeriğinden bahsedecektir. Spoiler var yani J
Kitap hakkında söylenecek oldukça şey var
     Birincisi karakterimiz Cem’in babası tarafından terk edilmesinden sonra yanında çalıştığı ustasını hem bir baba gibi görmesi, hem böyle hissettiği zamanlarda içten içe pişmanlık duyması ve bence babası gibi bilgili ve entelektüel bir insanın yerine bir kuyucu ustasını koymanın utancını yaşaması, bu utancı ona yaşatan kendi babasına da öfkelenmesini görüyoruz. Bu duygu değişimlerine kitapta oldukça yer veriliyor.
     Kitapta geçen efsanelere gelirsek hem doğudan hem de batıdan aynı evrensel temanın kullanılması ve hikayenin kendi kurgusuna yayılması romana oldukça şiirsel bir hava katmış.
    Kitapta Cem’in ustasını kuyunun dibinde bırakmasına ve kaçmasına bütün okurlar sinirlenmiş ve kızmıştır sanırım. Bu durum şehirli, okumuş ve eczacı bir babanın oğlu olduğunu hep kafasının bir kenarında tutan karakterimiz için aslında çok da beklenmedik bir hareket değildi bana göre. Ustasına duyduğu saygı ve sevginin yanında farklı olduğunu gösterme arzusunu böyle kanıtlamıştı sanki. Tabi bu durumu kanıtlama arzusu otuz yıl peşini bırakmayacak bir pişmanlık ve vicdan azabı bunun yanında da bilinmezlik duygularına sürükledi onu.
    Bir de kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın var tabi. Cem’in kuyu kazmak için geldiği bu yöreye gezici bir  tiyatroyla gelmiş, saçları kırmızı kendisi etkileyici bir tiyatro oyuncusu kadın. Cem Kırmızı Saçlı Kadın ile aynı efsanelerde olduğu gibi bir gece geçirmiş ve sonra onu bir daha hiç görmemiştir. Ya da çok uzunca bir süre desek daha doğru olur. Bu birliktelik de aynı efsanelerde olduğu gibi onun ancak otuz küsür yıl sonra haberinin olacağı bir çocuğun dünyaya gelmesine sebep olmuştur.

   Kitabımızın sonu da Cem’in sürekli okuduğu, takıntılı olduğu efsanelerdeki gibi şiirsel bir şekilde bitti. Sanki o da sonunun böyle bitmesini istedi.

14 Temmuz 2016 Perşembe

LOLİTA- VLADIMIR NABOKOV

    Nabokov’un Amerika’da yayınlayamayınca ilk olarak Fransa’da yayınladığı, yıllarca yasaklanan, tartışılan, kült eseri.
    Konusu itibariyle insanların ön yargıyla bakması garip bir durum değil. Çünkü orta yaşlarda pedofili bir erkeğin, ev sahibesinin on iki yaşındaki küçük kızına duyduğu tutkuyu ve aşkı konu edinen bir eser. Lolita’nın insanı en rahatsız eden yanı Humbert adlı karakterin sadece bir sapıklık olarak değil, gerçek bir aşık olarak kendini anlatması ve oldukça entelektüel ve şiirsel bir biçimde aşkını dile getirmesi. Bu şekilde yazması bizim baş karakterden nefret etmemizi bir şekilde engelliyor ona karşı acıma duymamıza neden oluyor. Böyle bir konudan beklenmeycek bir duyguya sürüklüyor yani yazar bizi. Asıl o rahatsız ediyor okuru. Yazar ise okurun erotizm konusu hakkında beklediğini bulamadığı bir eser olduğunu söylüyor Lolita hakkında. Erotik kitaplarda cinselliğin basamak basamak tırmandığını, kendi kitabında ise hep aynı çizgide olduğunu bu yüzden beklentiyi karşılamadığını,  ayrıca Lolita’nın oldukça ahlaki ve edebi bir eser olduğunu söylüyor. Ve Lolita’nın yazılma amacının kendisine edebi ve estetik bir zevk vermiş olması olarak tanımlıyor.
    Ayrıca yine okuru, en azından beni, rahatsız eden durumlardan biri de Humbert adlı karakterimizin bu aşkında karşılıklı olduğuna ve on iki yaşındaki Dolores’in (Lolita) de bu duruma itirazı olmadığına yönelik cümleleri. Ama bir şeyi unutmamalıyız ki bu hikaye bize Humbert adlı karakterin gözünden anlatılmış ve bu sebeple böyle bir yönlendirme yapılması çok doğal. Zaten bazı cümlelerden  ve Dolores’in  duygu ve davranış durumlarından, ruhen ve bedenen zedelenmiş bir çocuğun varlığını anlıyoruz. Bunun gözümüze sokulmadan yapılması ise olayı daha dramatik kılan unsurlardan bana göre.
    Kitabın farklı zamanlarda farklı yönetmenler tarafından çekilmiş iki tane de filmi bulunuyor. 1962 yapımı olan Stanley Kubrick tarafından, 1997 yapımı ise Adrian Lyne tarafından çekilmiş.


6 Temmuz 2016 Çarşamba

BAYAN PEREGRİNE’NİN TUHAF ÇOCUKLARI-GÖLGE ŞEHİR

      Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları serisinin ikinci kitabı olan Gölge Şehir’de kahramanlarımız bir önceki kitapta bıraktığımız yerden devam ediyor. Olaylar çok daha sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Yine kitapla paralellik gösteren fotoğraflar sayfalarda yer alıyor. Bunun haricinde benim bu seri hakkında söyleyeceğim başka bir durum var. Kendini ikinci kitapta daha güçlü bir şekilde hissetiriyor. O da şu : Irkçılık ama kendi ırkını tüketen bir ırkçılık.
       Malumunuz konumuz ellerinde olmayan sebeplerle sahip oldukları tuhaflıklar nedeniyle toplumdan soyutlanmış karakterlerin maceralarını konu alıyor. Kendilerini toplumun geri kalanından izole etmek için zaman döngüleri oluşturuyorlar. Olayın trajik yanı ise onlara zarar veren canavarların yine kendi içlerinden çıkmış olması. Kendilerini toplumdan dışlayan normal insanlardan daha üstün gören bir grup ayrılıkçı tuhafın dünyaya hükmetmek istemesi sonucu tuhaflar dünyasında gölge denilen canavarlar oluşuyor. Ve yıllar yılı süren bu kaçma kovalamaca ve saklanma olayı baş gösteriyor. Normal insanlar hiçbir şeyden haberleri olmadan hayatlarına devam ederken, tuhaflar kendi içlerindeki bu çatışma yüzünden av ve avcıyı oynamak durumunda kalıyor. Kendi ırklarına diğer insanların onlara verdiği zarardan  çok daha fazla zarar veriyorlar. Ve bunun doğuşundaki asıl sebep de kendilerini diğer insanlardan daha üstün görmeleri. Yani temelinde bu düşüncenin olması. Gölge Şehir kitabında bazı diyaloglar ise bu düşünceyi bayağı dile getiriliyor. Evet ayrılıkçı grubun bu düşünceleri nedeniyle ortaya bu durum çıkıyor fakat kendi baş karakterlerimizin konuşmalarında bile bu düşünceyi hissedebiliyoruz. Örneğin Emma’nın Jacop’a ‘’ Tuhaflıklarımız diğer insanlardan eksik olduğumuzu değil onlardan fazla olduğumuzu gösterir’’ demesi. Normalde kendini üstün gören ırklar diğer ırklara zarar vererek bunu dile getirir. Bu hikayede ise kendilerini çürütüyorlar. Yazarın bunu bir alt metin olarak sunduğunu hiç sanmıyorum ama ben okurken bu düşünceler aklımdan geçmişti. O sebeple yazmak istedim.