5 Ağustos 2016 Cuma

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz- Melisa Kesmez

     Sinematografik ismiyle dikkatimi çekmişti ilk olarak bu kitap. Daha sonra genç bir yazarının olduğunu öğrendim. Öykülerinin bayağı beğenildiğini okudum. Ve haliyle okumaya  karar verdim bu kitabı. Öykü okumayı seviyorsanız ya da öykü okumak istiyor ama bir arayış içindeyseniz kesinlikle hiç düşünmeden başlayacağınız bir kitap. Küçücük kitaba bir sürü dopdolu öykü sığdırmış Melisa Kesmez. Ve bu öykülere de bir sürü duygu. Öykü kitabı okumak zordur bana göre. Hele de iyi bir öykü kitabı okuyorsanız daha da zor. Bir öyküyü bitirdikten sonra onun size hissettirdiklerini bir süre yaşamanız, düşünmeniz gerekir. Bir süre üzülmeniz, şaşırmanız ya da sevinmeniz. Bir yandan da diğer öyküye geçmek için sabırsızlanırsınız eğer iyi bir öykü kitabı okuyorsanız. Böyle arada kala kala okursunuz öykü kitaplarını. Melisa Kesmez’de de aynısını yaşadım. Dilinin gerçekçiliği, yalınlığı her bir öyküsünde sımsıkı sardı beni. Sonra hızla bıraktı. Ben bir yandan öbür öyküyü okumak için sabırsızlanırken bir önceki öykünün etkisi hala duruyordu. Her bir öyküsündeki karakterlerin gerçekçiliği, olayların, durumların hep yaşamımızdan kesitler olması, dile dökemediğimiz ama hepimizin hissettiği şeyleri böyle yalın, düz ama bir o kadar da canlı anlatması belki de beni bu kadar etkiledi.

      Yazarın Bazen Bahar adında başka bir öykü kitabı daha bulunuyor. Onu da okumak için sabırsızlanıyorum. Ve tekrardan söylüyorum. Kesinlikle okuyun.

2 Ağustos 2016 Salı

OZ- ADAM FAWER

      Adam Fawer ismi çoğu kişiye olduğu gibi bana da bir şeyler vaat ederek geldi. Olasılıksız ve Empati’de gerçekten zekasına ve yaratıcılığına hayran kaldığım yazar ne yazık ki beni bu kitapta hayal kırıklığına uğrattı. Bundan önceki kitaplarıyla kıyaslamadan düşündüğümde bile çok iyi bir kitap olduğunu düşünmüyorum.
      Konusuna geçmem gerekirse hepimizin bildiği Oz Büyücüsü hikayesinin yazarın kurgusuyla değiştirilmiş hali. Ama karakterlerimiz ve olaylar aynı. Adam Fawer kitabın başına Türk okuyucular için bir ön söz yazmış. Kitaplarını okuduğumuz için bize teşekkür etmiş. Türkiye’deki editörünün bu kitabı yazması için onu cesaretlendirdiğini ve hatta sıkıştırdığını da belirtmiş. Zaten kitabın da böyle bir kaygıyla ve sırf bir önceki kitapların başarısına güvenilerek yazıldığı belli. Karakterler ve olay kurgusu zaten belli. Arada yazarın değiştirdiği olaylar silsilesi ise çok inandırıcı değil.
       Adam Fawer gibi gerçekten zeka kokan eserler yazabilen bir yazarın sırf ticari bir kaygı güderek böyle bir kitap yazması beni biraz üzdü. Yayınevi de arka kapakta hiçbir ipucu vermeden, direk yazarın eski kitaplarını öne çıkarıp bundan prim sağlamış.

Ben kitabı tüm bu nedenlerden dolayı beğenmedim ama kitabın hızlı okunabilir bir kitap olduğunu ve akıcı bir dili olduğunu da söylemeliyim. 

28 Temmuz 2016 Perşembe

GÖLGESİZLER- HASAN ALİ TOPTAŞ

Hasan Ali Toptaş’ın 1994 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış kitabı Gölgesizler. Beni yazarla tanıştıran kitap kendisi. Yazarın tarzını, dilini, üslubunu tam olarak algıladığınız bir kitap. Gelelim benim düşüncelerime:
    İlk olarak söylemem gereken bir şey var. Ben bu kitabı okumaya başladıktan birkaç sayfa sonra bir durum fark ettim. O da şuydu: Ben bu kitabı okuyup bitirdikten birkaç yıl sonra elime tekrar alıp bir kez daha bakmalıyım. Kitabı tam olarak anlayacak, içerdiği varoluşsal felsefeyi tam olarak hissedecek entelektüel ve duygusal olgunlukta olmadığımı fark ettim yani.
    Kitabın her cümlesi sizi düşünmeye iten, oldukça fazla anlam yükleyip hakkında saatlerce konuşabileceğiniz bir şekilde yazılmış. Bir yetenek var yani ortada belli bir şekilde. Konu olarak basit bir şekilde değinecek olursak bir köyde ve bu köyden uzakta olan bir berber dükkanında meydana gelen olayların anlatılması. Köyden kaybolan karakterlerin bu berber dükkanına yollarının düşmesi ve bu olaylar esnasında meydana gelen gerçeküstü olayların normalleştirilerek anlatılması. Ben kitabı okurken kafamın hep bir kenarından Marquez kitapları  geçti. Yazar azıcık ucundan büyülü gerçekçilik akımından etkilenmiş gibi hissettim. Bu benim oldukça hoşuma gitti. Eğer bu tarzı seviyorsanız okurken muhakkak siz de seveceksinizdir. Kitabı bitirdikten sonra ufak bir araştırma yaptım ve yazarın bu kitabı hakkında yazılmış bir makale buldum. Orada bu kitabın büyülü gerçekçilik akımından etkilenmiş gibi görünmesine rağmen aslında sadece postmodern bir eser olduğu söyleniyordu. Çünkü büyülü gerçekçilik akımı ile yazılan eserlerde daha farklı belli kuralların olması gerekiyormuş.
     Kitabı okuduktan sonra aklımda belirli bir şekilde sıraya koyamadığım pek çok düşünce yer aldı. Ufak makaleler ve eleştiri yazıları okuyunca o uçuşan düşünceler yerine oturdu. Sonuç olarak ben kitaptan zevk aldım ama eminim varoluş felsefesine hakim olsaydım çok daha bilinçli bir şekilde yorumlayabilirdim. Yazarla tanışma kitabım demiştim zaten. Bundan sonrası da gelecektir.

    Ayrıca bu kitabın 2008 yılında yönetmen Ümit Ünal tarafından çekilmiş bir de filmi bulunuyor.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

KIRMIZI SAÇLI KADIN- ORHAN PAMUK

   Cem annesi ve babasıyla gayet normal bir hayat yaşarken bir gün babası evi terk eder. Ve parasal açıdan zor bir duruma düşen Cem, hem annesine yük olmamak hem de üniversite sınavı için dershaneye gitmek için para kazanmak amaçlı yaz tatilinde bir süre bir kuyucu ustasıyla İstanbul’un yakınlarında bir yerleşkede çalışmaya başlar. Buradan sonra gerçekleşen olaylar karakterimizin tüm yaşamının etkilenmesine neden olacaktır. Ve yazını bundan sonraki kısmı kitap içeriğinden bahsedecektir. Spoiler var yani J
Kitap hakkında söylenecek oldukça şey var
     Birincisi karakterimiz Cem’in babası tarafından terk edilmesinden sonra yanında çalıştığı ustasını hem bir baba gibi görmesi, hem böyle hissettiği zamanlarda içten içe pişmanlık duyması ve bence babası gibi bilgili ve entelektüel bir insanın yerine bir kuyucu ustasını koymanın utancını yaşaması, bu utancı ona yaşatan kendi babasına da öfkelenmesini görüyoruz. Bu duygu değişimlerine kitapta oldukça yer veriliyor.
     Kitapta geçen efsanelere gelirsek hem doğudan hem de batıdan aynı evrensel temanın kullanılması ve hikayenin kendi kurgusuna yayılması romana oldukça şiirsel bir hava katmış.
    Kitapta Cem’in ustasını kuyunun dibinde bırakmasına ve kaçmasına bütün okurlar sinirlenmiş ve kızmıştır sanırım. Bu durum şehirli, okumuş ve eczacı bir babanın oğlu olduğunu hep kafasının bir kenarında tutan karakterimiz için aslında çok da beklenmedik bir hareket değildi bana göre. Ustasına duyduğu saygı ve sevginin yanında farklı olduğunu gösterme arzusunu böyle kanıtlamıştı sanki. Tabi bu durumu kanıtlama arzusu otuz yıl peşini bırakmayacak bir pişmanlık ve vicdan azabı bunun yanında da bilinmezlik duygularına sürükledi onu.
    Bir de kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın var tabi. Cem’in kuyu kazmak için geldiği bu yöreye gezici bir  tiyatroyla gelmiş, saçları kırmızı kendisi etkileyici bir tiyatro oyuncusu kadın. Cem Kırmızı Saçlı Kadın ile aynı efsanelerde olduğu gibi bir gece geçirmiş ve sonra onu bir daha hiç görmemiştir. Ya da çok uzunca bir süre desek daha doğru olur. Bu birliktelik de aynı efsanelerde olduğu gibi onun ancak otuz küsür yıl sonra haberinin olacağı bir çocuğun dünyaya gelmesine sebep olmuştur.

   Kitabımızın sonu da Cem’in sürekli okuduğu, takıntılı olduğu efsanelerdeki gibi şiirsel bir şekilde bitti. Sanki o da sonunun böyle bitmesini istedi.

14 Temmuz 2016 Perşembe

LOLİTA- VLADIMIR NABOKOV

    Nabokov’un Amerika’da yayınlayamayınca ilk olarak Fransa’da yayınladığı, yıllarca yasaklanan, tartışılan, kült eseri.
    Konusu itibariyle insanların ön yargıyla bakması garip bir durum değil. Çünkü orta yaşlarda pedofili bir erkeğin, ev sahibesinin on iki yaşındaki küçük kızına duyduğu tutkuyu ve aşkı konu edinen bir eser. Lolita’nın insanı en rahatsız eden yanı Humbert adlı karakterin sadece bir sapıklık olarak değil, gerçek bir aşık olarak kendini anlatması ve oldukça entelektüel ve şiirsel bir biçimde aşkını dile getirmesi. Bu şekilde yazması bizim baş karakterden nefret etmemizi bir şekilde engelliyor ona karşı acıma duymamıza neden oluyor. Böyle bir konudan beklenmeycek bir duyguya sürüklüyor yani yazar bizi. Asıl o rahatsız ediyor okuru. Yazar ise okurun erotizm konusu hakkında beklediğini bulamadığı bir eser olduğunu söylüyor Lolita hakkında. Erotik kitaplarda cinselliğin basamak basamak tırmandığını, kendi kitabında ise hep aynı çizgide olduğunu bu yüzden beklentiyi karşılamadığını,  ayrıca Lolita’nın oldukça ahlaki ve edebi bir eser olduğunu söylüyor. Ve Lolita’nın yazılma amacının kendisine edebi ve estetik bir zevk vermiş olması olarak tanımlıyor.
    Ayrıca yine okuru, en azından beni, rahatsız eden durumlardan biri de Humbert adlı karakterimizin bu aşkında karşılıklı olduğuna ve on iki yaşındaki Dolores’in (Lolita) de bu duruma itirazı olmadığına yönelik cümleleri. Ama bir şeyi unutmamalıyız ki bu hikaye bize Humbert adlı karakterin gözünden anlatılmış ve bu sebeple böyle bir yönlendirme yapılması çok doğal. Zaten bazı cümlelerden  ve Dolores’in  duygu ve davranış durumlarından, ruhen ve bedenen zedelenmiş bir çocuğun varlığını anlıyoruz. Bunun gözümüze sokulmadan yapılması ise olayı daha dramatik kılan unsurlardan bana göre.
    Kitabın farklı zamanlarda farklı yönetmenler tarafından çekilmiş iki tane de filmi bulunuyor. 1962 yapımı olan Stanley Kubrick tarafından, 1997 yapımı ise Adrian Lyne tarafından çekilmiş.


6 Temmuz 2016 Çarşamba

BAYAN PEREGRİNE’NİN TUHAF ÇOCUKLARI-GÖLGE ŞEHİR

      Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları serisinin ikinci kitabı olan Gölge Şehir’de kahramanlarımız bir önceki kitapta bıraktığımız yerden devam ediyor. Olaylar çok daha sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Yine kitapla paralellik gösteren fotoğraflar sayfalarda yer alıyor. Bunun haricinde benim bu seri hakkında söyleyeceğim başka bir durum var. Kendini ikinci kitapta daha güçlü bir şekilde hissetiriyor. O da şu : Irkçılık ama kendi ırkını tüketen bir ırkçılık.
       Malumunuz konumuz ellerinde olmayan sebeplerle sahip oldukları tuhaflıklar nedeniyle toplumdan soyutlanmış karakterlerin maceralarını konu alıyor. Kendilerini toplumun geri kalanından izole etmek için zaman döngüleri oluşturuyorlar. Olayın trajik yanı ise onlara zarar veren canavarların yine kendi içlerinden çıkmış olması. Kendilerini toplumdan dışlayan normal insanlardan daha üstün gören bir grup ayrılıkçı tuhafın dünyaya hükmetmek istemesi sonucu tuhaflar dünyasında gölge denilen canavarlar oluşuyor. Ve yıllar yılı süren bu kaçma kovalamaca ve saklanma olayı baş gösteriyor. Normal insanlar hiçbir şeyden haberleri olmadan hayatlarına devam ederken, tuhaflar kendi içlerindeki bu çatışma yüzünden av ve avcıyı oynamak durumunda kalıyor. Kendi ırklarına diğer insanların onlara verdiği zarardan  çok daha fazla zarar veriyorlar. Ve bunun doğuşundaki asıl sebep de kendilerini diğer insanlardan daha üstün görmeleri. Yani temelinde bu düşüncenin olması. Gölge Şehir kitabında bazı diyaloglar ise bu düşünceyi bayağı dile getiriliyor. Evet ayrılıkçı grubun bu düşünceleri nedeniyle ortaya bu durum çıkıyor fakat kendi baş karakterlerimizin konuşmalarında bile bu düşünceyi hissedebiliyoruz. Örneğin Emma’nın Jacop’a ‘’ Tuhaflıklarımız diğer insanlardan eksik olduğumuzu değil onlardan fazla olduğumuzu gösterir’’ demesi. Normalde kendini üstün gören ırklar diğer ırklara zarar vererek bunu dile getirir. Bu hikayede ise kendilerini çürütüyorlar. Yazarın bunu bir alt metin olarak sunduğunu hiç sanmıyorum ama ben okurken bu düşünceler aklımdan geçmişti. O sebeple yazmak istedim.


26 Haziran 2016 Pazar

SİDDHARTHA- Hermann Hesse

Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse’nin yazmış olduğu bir kitap Siddhartha. Kitabın ilginç ismi baş karakterimizin adından geliyor. Siddhartha bir kendinle konuşma, aydınlanma ve ruhsal yolculuk kitabı. Karakterimiz kendini dünyanın tüm nimetlerinden çekmiş sadece ruhsallığa önem veren bir Brahman. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu Brahmanın ruhsal yolculuğuna, değişimine, ilerleyişine, kendini anlamlandırma çabasına tanık oluyoruz. İnsanı okurken her cümlesinde başka düşüncelere iten ve gerçekten bir sorgulama durumuna sokan düşünsel bir hikaye. Bana göre bir yolculuk kitabı Siddhartha. Somut anlamda olmasa da ruhsal olarak hep yolda olan ve durunca kendini tedirgin hisseden birinin hikayesi.  Varacağı yolu bilemeyen ama yoldan da kendini alıkoyamayan birinin düşünceleri. Kitabın bu mistik konusunu tamamlayan bir diğer etken de şiirsel dili. Genellikle bu şekilde içselliği, kendinle konuşmayı, tartışmayı konu alan kitaplar okurken bir süre sonra dikkatimizin dağılmasına ya da sıkılmaya yol açabilir. Ama bu kitabın öyle akıcı ve şiirsel bir dili var ki, okurken kelimeler yuvarlanıp gidiyor gibi hissediyorsunuz. Ve bu durum kendini arayan bu keşişin hikayesine de oldukça yakışıyor.

Dirk Gently- Kutsal Dedektiflik Bürosu

Douglas Adams’ın bu serisine başlamayı düşünüyorsanız büyük ihtimalle Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni okumuşsunuzdur ve bu iki kitaplık küçük seriyi merak etmişsinizdir. Bu kitabımızın  da orijinal bir konusu var. Adından da anlaşılacağı gibi Dirk Gently adındaki tuhaf dedektifimizin yolunun kesiştiği diğer baş karakterlerimizle evren, zaman, zaman yolculuğu, ruhlar hakkında çeşitli durumlar yaşaması . Dediğim gibi konu, karakterler ve fikir bakımından orijinal ve Douglas Adams’ın tarzını tam olarak hissettiren bir kitap. Fakat benim bu kitapta sevmediğim bazı noktalar  var. Bunlardan biri, sanırım tamamen Türkçeye çevrilirken gerçekleşmiş. Okurken sizi dilde zorlayan bir şey var. Konu ne kadar aksa da dili bazı yerlerde yorucu olabiliyor. Diğer bir sevmediğim yönü ise asıl maceraya geçişin çok uzun süre alması ve farklı yerlerdeki karakterlerimizin birbiriyle karşılaşmasının kitabın oldukça ilerleyen sayfalarında gerçekleşmesi. İki kitaplık bir seri olduğu için ve hali hazırda ikinci kitap da bende olduğu için okuyacağım. Fakat eğer elimde olmasaydı alıp okumayı düşünmezdim.
    Ayrıca bu kitabın 2010 yılında BBC tarafından dizileştirilmiş. Sadece bir sezon yayınlanmış. Ocak 2016’da BBC Amerika’nın Twitter’dan yaptığı açıklamaya göre de altı bölümlük bir mini dizi halinde yeniden çekilecekmiş. Hikayesi dizileştirilmeye ve güzel bir şekilde sunulmaya oldukça uygun bir kitap. Bakalım heyecanla bekliyoruz.

 

Kardeşimin Hikayesi- Zülfü Livaneli

Konusundan uzun uzadıya bahsedip heyecanını ve sürprizlerini kaçırmak istemiyorum. Kısacası emekli, inzivaya çekilmiş, kitaplara tutkun bir mühendisin yaşadığı yerde gerçekleşen bir cinayet sonrası basit hayatının değişimine ve bu dönemde karşısına çıkan gazeteci bir kızla olan tuhaf ilişkisine tanık oluyoruz. Cinayet dediğime bakmayın başlangıçta bunun çevresinde döneceğini zannettiğiniz kitabın sonuna doğru katilin kim olduğu en önemsiz detay olarak kalıyor. Böyle de tuhaf bir kitap.
       Beni bu kitapta asıl düşündüren şey karakterler. Normalde bir kitabı okurken baş karakterimiz anti bir kahraman olsa dahi ona kendimizi bir şekilde yakın hissederiz. Bir şekilde başına kötü bir şey gelmesini istemeyiz. Bulunduğu kötü durumlardan kurtulmasını dileriz. Elimizi omzuna koyar ama hak ettin bu sefer ya da tamam her şey geçecek diye teselli bile ederiz. Burada baş karakterimiz Ahmet o kadar ruhsuz ve duygulardan yoksun  ki ister istemez sinir oluyorsunuz ve dahası çekiniyorsunuz. Gerçekten onun romanda diğer insanlarla arasına koyduğu sınırı sizle de koyduğunu hissediyorsunuz. Durun ben okurum bu hikayeden bağımsızım ayrıcalığım var falan demeyin. Buna ne yazar ne de Ahmet izin veriyor. Bütün kitap boyunca etrafında dolaşıyor ama ona dokunamıyorsunuz. Diğer karakterimiz ise adını bilmediğimiz gazeteci kız. Hikaye baş karakterimizin ağzından anlatıldığı için o ne söylerse o kadar biliyoruz. O ne kadar yaklaşırsa o kadar dokunabiliyoruz bu kıza da. Kitabı en gerçekçi kılan özelliklerinden biri bu sanırım. Bir de Mehmet var tabi kitaba adını veren kardeş. Onu da hikayemizde bize Ahmet’in anlattığı kadar biliyoruz ama garip bir şekilde ona daha yakın hissediyoruz kendimizi. Kendine çevresine her şeye uzak olan bu baş karakterimizin kardeşine kendi özünden daha yakın olduğunu görüyoruz, seziyoruz.
    Kitabı bir diğer güzelleştiren unsur ise merak. Bütün romanın sayfalarına hafif hafif katılmış merak duygusu sonlara doğru iyice çığrından çıkıyor. Hatta bir noktada hikayeyi anlatan kahramanımıza kızıyor hadi artık ama derken buluyorsunuz kendinizi.

     Toparlayacak olursak bu kitabı başta dediğim gibi basit bir cinayet romanı zannetmeyin. Oldukça katmanlı, güçlü karakterlere ve kurguya sahip bunların yanı sıra da gerçekten sürükleyici bir kitap. Okunması tavsiye edilir. 

Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları


    Bu tuhaf kitapta  ilk olarak dikkatimi çeken şey kitabın kapağı ve kapak ile paralellik gösteren içindeki fotoğraflar. Her bir fotoğraf kitabın kurgusundan ve karakterlerinden kesitler içeriyor. Yazarın dediğine göre bu fotoğraflar fotoğraf koleksiyonerleri tarafından dünyanın çeşitli yerlerinden; bit pazarları, çöpler, eskiciler, sahaflardan toplanarak elde edilmiş. Tarihi ve yeri böyle belirsiz olan fotoğraflara bakmak insanı biraz garip hissettiriyor( belki de yazarın amacı budur J ). Bazı fotoğrafların oldukça ürkütücü olduğunu da söylemeliyim.
     Kitabın konusuna gelirsek gerçekten orijinal bir hikayesi var. Karakterimiz Jacop 16 yaşında. Dedesiyle hep özel bir bağı olmuş. Bir gün dedesi sıra dışı bir şekilde ölüyor. Jacop bunun üzerine psikolojik bir buhrana sürükleniyor. Bu buhrana biraz iyi gelir düşüncesiyle kuş bilimcisi olan babasıyla birlikte, dedesinin bir dönem yaşadığı İngiltere’de bulunan bir adaya üç haftalık bir tatile gidiyorlar. Babası her gün kuşları gözlemlerken Jacop da dedesinin sürekli bahsettiği ve gençliğinde kaldığı yetimhaneyi arıyor. Fakat üzerinden yıllar geçtiği için sadece bir enkaza ulaşıyor. Aradaki bir dizi olay sonucunda da bir zaman tünelinden geçerek sürekli aynı günü yaşayan içinde tuhaf çocukların yaşadığı ve onlara öğretmenlik ve bakıcılık yapan Bayan Peregrine ile karşılaşıyor. Tuhaf derken gerçekten tuhaf olan çocuklardan bahsediyorum. Ellerinden ateş çıkartanı, geleceği rüyasında göreni veya görünmez olanı. Jacop buradaki insanlarla tanıştıktan sonra artık her gün zaman tünelinden geçerek bu zamana geliyor ve hiç bilmediği gerçekler hakkında yavaş yavaş bilgi edinmeye başlıyor. Ve haliyle bu durumdan sonra kitap daha da ilginçleşmeye başlıyor.
      Kitabın güzel olan noktalarından biri şu kitabın sonuna doğru seri ilerledikçe gerçekten evrenin genişleyeceğini ve yazarın size çok daha büyük maceralar vaat edeceğini anlıyorsunuz. İlk kitap olduğu için sizi her şeyle tanıştırıyor ve evreni görmenizi sağlıyor. Yani eğer okurken yarısına geldik daha hala bir olay yok diyor hafiften de bir sıkılma yaşıyorsanız aman durun biraz daha sabır. Olay çok değişecek.

      Ayrıca bu enteresan kitabın filmi de 30 Eylül 2016’da vizyona giriyor. Yönetmeni ise Tim Burton. Böyle bir hikaye için daha tuhaf bir yönetmen olamazdı sanırım.

YABANİ


İlk yazım bir kitap hakkında değil bir dergi hakkında. ' Yabani'. Türkiye'de yayınlanan korku, gerilim, bilim kurgu, fantastik, türlerinde eserler veren taze bir çizgi roman dergisi. Haziran sayısı da birinci sayısı. Aylık olarak yayınlanacak bir dergi ve fiyatı da 5 tl. Türkiye'de çizgi roman kültürüne böyle yeni bir soluk getirmiş olmaları ve hikayelerinde anadolu korku hikayelerini de işleyerek yerel bir dil oluşturmaya çalışmaları oldukça güzel olmuş. İçerisinde bir bölümde biten hikayeler olduğu gibi devamı gelecek olan çizgi diziler de var. Ayrıca çizgi roman dergisi desem de içerisinde iki adet hikaye de yer alıyor. Bunlardan birisi Işın Beril Tetik tarafından yazılmış olan distopik türdeki 'Bebek Fabrikası' diğeri ise Murat Dural tarafından yazılmış ve daha çok fantastik bir hikaye olan 'Tengri ve İnanna'.
   Çizgi romanlardan Devrim Kunter tarafından yazılıp çizilen 'Kralına İsyan' adlı dizi ise benim favorim oldu ilk sayı için. Hem zamansız bir dünyada geçmesi hem de hikayedeki atmosferin bizim coğrafyamıza ve tarihimize daha yakın olması bu yakınlığın eğretilikten ziyade bir orijinallik katmış olması çok hoşuma gitti. Ayrıca çizimleri de çok beğendim.
   Sadece bu bölüm için olan çizgi hikayelerden ise favorim Galip Dursun'un yazdığı Ayşe İrem Aktaş'ın çizerliğini yaptığı 'Misafirler' oldu. Okurken kendimi oldukça rahatsız ve korkmuş hissettim. Çizimlerin ve kullanılan renklerin bununla oldukça ilgisi var sanırım. Ayrıca hikayenin köyde yaşayan bir çobanın başından geçiyor olması olayı daha yakın ve gerçek hissettirdi.
    Son olarak eğer bu tarzda öykülere ve çizgi romanlara meraklıysanız yazın hayatına yeni başlayan bu dergiyi kesinlikle tavsiye ediyorum. Yeni sayılar çıktıkça söyleyecek daha çok şey bulacağımızı düşünüyorum. Okuyalım destek olalım ki böyle dergiler çoğalsın çoğalsın...